top of page

Ey ehl-i vicdân, ey dimağ sahibi âlem-i musıkînin ricali! Dinleyin de ibret alın, ibret alın da hakîkatin kuyusuna bir kova salın! Bugün size meşhûr-u dünyâ, maruf-u evliyâ, "musikînin kabadayısı" diye anılan bir zat-ı şerîften bahsedeceğim ki kendisi Beyoğlu’nun melâmetli sokaklarında iz bırakmış, her fasıl meclisinde rivâyetleriyle nam salmıştır.

Buyurun efendim, tanıyın: Mithat Hoca Efendi Hazretleri, ki kendisi müzikteki her tereddüdü kılıç gibi kesip atan, notalarla sahralarda koşturan bir sarraf-ı evraktır. Şöyle ki, bu zat-ı şerîf, kendine has bir tavırla musikî sahrasında fütuhat yapar, sazı ile sözüyle dillerden dile gezer. Amma ki onun öyküsü sıradan bir bestehâne hikâyesi değildir. Hayır, hayır, bu hikâyede hem sergüzeşt hem hicran hem de pek manidar lâtifeler bulunur!

“Mithat Hoca Efendi Hazretleri kimdir?” diye sorarsanız, evvela, o bir musikişinas değil, bir musikî sarrafıdır! Henüz küçüklüğünde evlerinin bahçesinde ağaçların dallarını kesip keman yaparmış. "Küçük yaşta çok büyük işler becermiş!" derler, amma o yaşta keman çalmak nereden icab eder?

 

Zira babası bir gün der ki:
 

“Evlat, çalgıyla uğraşma, adama derbeder derler!”

Efendimiz boynunu büküp:


“Peder, bırak çalayım, yoksa ‘baş belası’ derler!”

Bu cevapla bir kahkaha tufanı kopar evde; velâkin efendimizin gözleri, bestekâr olmanın ilk tohumlarını atmıştır.

Efendim, bu zat-ı âlî, daha beşikte iken dahi nağmelerle ninni söyler, çocuğun ağlaması yerine kahkaha tufanı koparmasıyla meşhur olurmuş. Derler ki, on yaşında ilk defa bir müzik aleti eline aldığında, enstrümanı dile getirmiş ve:


“Ey nağme, benden sâdır ol,
Feryâdın dilden taşsın bol bol.”

 

Diye kendi uydurduğu bir gazel ile işe başlamış.

Ne var ki, onun talihi hep garip bir cilveyle doludur. İstanbul’un darülfünûnlarına gitmek yerine iki azîz üstat ile el ele vermiştir: Mehmet Ali Uzunselvî ve Emre Dündar. Bu zat-ı muhteremler, musikî deryasında fırtınalara meydan okuyan iki minare misali, hem sanatkâr hem de mürebbîdir. Efendimiz bu iki üstadı, gıyaplarında “İki Kurşun Kalem” diye anardı, zira onların, eserleriyle notaları yazdığı gibi, pek çok sanatçının kaderine de çizik attığı söylenir. Üstâdlarıyla birlikte, İstanbul Bestekârlar Cema‘ati adında meşhur bir heyet-i musıkî teşekkül ettirmişlerdir ki, bu cemiyet, musikî âlemine nâdirattan bir vaha gibi hizmet eylemiştir.

Efendimiz bir gün, ahali arasında şu müthiş kıtayı irâd eder:

“San’at dedikleri nice bir külâh,
Kimin başına konsa, hemen padişâh.
Lâkin hakikati bilen pek azdır,
Bir kısmı dalkavuk, kimisi âvâz çaldırır.”

Hikmet ehli bu söze hayran, cahil ise bu sözden rahatsız olmuş. Bir gün kendisine sorarlar:
 

“Efendi, sen bu beste işinde neyin peşindesin?”


O da büyük bir edayla der ki:


“Ben musikîye, haktan gelir gibi nazar ederim. Hangi makam ki yüreğime işler, o benim yoldaşımdır. Ama dikkat, sakın ola eklektîzm zannedilmesin; ben ziya‘ ile zıll’ın dansını yaparım, ama hiçbir zaman biri diğerine galebe çalmaz.”
 

Efendim, bir gün Hoca Hazretleri yine Beyoğlu’nun serin ve loş akşamlarından birinde, meşhur Meşrutîyet Caddesi'ndeki bir kahvehânede oturur, kahvesini içtiği esnâda sigarasından dumanlar üflerken yan masadaki iki genç bestekârın hararetli muhaveresine kulak kesilir. Her ikisi de sanki bütün dünyanın yükü omuzlarındaymış gibi konuşur, müzikten ziyade siyâsetten dem vururlardı. Hoca, bunların söylediklerine ilkin pek ehemmiyet vermedi. Ta ki o meşum cümle zuhur edene dek:

 

“Efendi,” der biri, “başyapıt yaratmak uğruna kan ter içinde nota yazmak, tahakküm-i ricaliyet-i muzıradır!”

 

Mithat Hoca Efendi Hazretleri, duyduğu bu lafın tesiriyle bir an afallayıp kahvesini masaya bırakır. “Tahakküm-i ricaliyet-i muzıra mı? Yani nota yazmak da mı erkek zorbalığı sayıldı?” diye kendi kendine mırıldanır. Hoca'nın rengi sararır, nabzı hızlanır, gözleri faltaşı gibi açılır. Zira Hoca için müzik, aziz bir cenk meydanıdır; terle, emekle ve bazen gözyaşıyla yoğrulmuş bir san’at-ı mukaddestir. Ardından bir süre sessiz kalır ama öyle bir suskunluk ki öncesinde bir fırtına kopacağı besbelli. O an midesinde bir kımıldanma, bir volkanın patlamasına eş bir basınç hisseder. Hemen sokağın orta yerine doğru seğitir ve o mübarek mîde, sanat adına olan tüm ihanetleri cümle âleme ilân edercesine göğün yedi katından gelen bir âvâz gibi, ifrâzatını boşaltır.

 

Tabii ki, bu anî ve gürültülü manzara, kolluğun dikkâtini çeker. İki zabit gelir, Hoca’nın etrafını sarar. “Bu sokak magandalarını da artık her köşe başında görüyoruz, tez takalım kelepçeyi” diye homurdanırlar. Zabitler Hoca’yı derdest etmek niyetindeyken, toplumsal duyarlılığı yüksek bu iki genç bestekâr ileri atılarak şu veciz cümlelerle müdâfaa ederler:

 

“Efendim, bu zat-ı muhteremin mide isyanı, memleketimizin süt ve süt mamulâtı üretiminde izlenen sefih usûllerden mütevellittir. Sütün, hayvanlara revâ görülen muamelelerden dolayı ta‘unlu bir hâle geldiğini bilirsiniz. İşbu içecekte mevcud olan lâktoz dâhi, bu zavallının zayıf bedeninde bir ihtilâl yaratmıştır. Suç, zâtında değil, bu memleketin zehîrli sütlerinde aranmalıdır!”

Zabitler bu izahâta şüpheyle bakarken, bestekârlardan biri bir adım daha ileri giderek efendimize, şu sözlerle haddi aşarak haşa bir tavsîyede bulunur:

“Bakınız efendim, siz de bizim gibi olunuz. Zîra biz, hayvanata zarar vermeyen sütler içmekteyiz. Yâni badem, soya yahut yulafın özünden çıkan sütten hâsıl olan kahveleri içmekte, midelerimizi muhafaza etmekteyiz. İsterseniz siz de bu meşru yola giriniz, bizzat tecrübe ediniz.”

Zabitler, bu tuhaf konuşmalar karşısında duraklarlar, lâkin efendimizin o çetin midelerinden çıkan sanat eserine de bir an göz ucuyla bakarlar. Şaşırtıcıdır ki bu eşsiz, soyut kompozisyonu dikkatlice inceleyen toy bestekârlar, o ânda bir ilham parıltısı yaşarlar. “Baksana, bu mübarek form, adeta modern sanatın bir izdüşümü!” derler. Ol mâlum ki belki de onlar nazarında hakîkî sanat, bizzât kendi tenperverân ruhlarında asla tecrübe etmedikleri ızdırâb ve mihnetleri, emniyet-i kâmileyle temaşa edebilecekleri her menzilde ve her nâgehân zâhir olmaktadır. Velhasıl bu iki zât, efendimizin öfke ve kahırla dökülen şırdan dolması ve kahve kalıntılarından mürekkep o mübârek manzarayı derhal fotoğraflar ve bestelemeye girişirler. Çizgiler, lekeler, döngülerle bezedikleri bu “gastro-âsâr”ı nota kağıtlarına birer grafik gibi işlerler ve bu eser, birkaç hafta sonra Evropalı bir fon başvurusunda takdim edilir. Neyse ki jûri de musikîden anlamaz; fonu alırlar. “Gastrofonîk Protêsto” ismini verdikleri bu curcuna-î ziyan ile rivâyet olunur ki aldıkları para, bir bestecinin birkaç yıllık ekmeğini kat kat aşmıştır! Vâkı‘anın hem trajik hem komik bir sûret-i garîbesi şu ki, mezkûr eserin bir şenlikte icrâsı esnâsında, izleyiciler meyânında bulunan efendimiz, derûnî bir "âh" ile sînesini yoklar ve hemen o esnâda, nazar-ı cüretkâr-ı cemâat-i mûsikîşinâsın şiddetli bir protestosuna marûz kalır. Hoca Hazretleri, bu hâdiseye fevkalâde gadaplanır. Zira bilir ki, âlem-i mûsikîde ideoloji sefîlâtı satarak sanat pâyesine ihânet eden bir takım edebsiz rical vardır. Efendimiz, böylelerini derhâl sezerek onlara, zarif bir lisân-ı nüktedânî ve şakî bir üslûb-ı hicviyâne ile sataşmayı pek bir âdet edinmiştir. Bestekârlar cemiyetinin çehresinde tokat-ı şedîd-i tehevvürkârâne gibi şakşak eden bir kıt‘a-i matbû‘ savurur:

San’atkârım" der, lâkin aslı bir mübârek sînî,

Parıldar dışı, fakat içi sakil ve cünhî!

Ehl-i hünerin nazarında bir talihsiz mahlûk,

Zira zenaat değil, reytingdir maksûd!

Ardından şu şekilde hitab eder:

“Ey musikînin mücahidlerî, bırakın politikayı, lütfen doğru çalın gamları!”

Cemiyetin başı hafif alıngan: “Aman efendi, biz de musikî için çalıyoruz, reyting için değil!” deyince, efendimizin cevabı hazırdır:


“Musikî için çalmak iyidir, amma kulakları sağır etmek günâhtır!”

Ezcümle, Mithat Hoca Efendi Hazretleri’nin bestelediği müzikler, Beyoğlu’nun dar sokaklarından dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Unutulmamalıdır ki o, her şeye rağmen “safîyet” diye tutturmuş, her sesin kâlbden çıkıp kâlbe gitmesini murâd etmiştir.

Velhasıl, ahali, şu sözü unutmayınız:


“Bir ses, eğer hakîkate dokunursa,
O zaman san’at olur, sükûnetten kurtulursa.”

Haydi efendiler, söz bitti; sıra kulaklarınızda!

bottom of page